İlişkiye üçüncü bir kişinin girmesi -ki bunun mutlaka başka bir kadın ya da erkek olması gerekmez- aşkı en çok tehlikeye sokan durumdur. Bunun en güzel örneği çocuk sahibi olmak… Aşkın var oluşuna katkıda bulunan o özgürlük duygusu bir anda biter ve çiftin üzerine artık bir aile olmanın sorumlulukları yığılır. Eğer birbirine aşık olan iki insan ilişkileri süresince zor durumlarla başa çıkmayı öğrenememişler, kendilerini bu konuda geliştirememişlerse, bu yeni yaşam biçimi onları birbirlerini kırmaya iter ve aşklarının tartışmalar, gerginlikler, yıpranmalar, sinir krizleri ve isyanlar arasında yitip gitmesine neden olur.
“Midenize inen yumruğu” biyolojik olarak açıklaması yapılabilir mi?
Hem de kolayca… Aşık olduğumuz sürece kanımızda phenyiethylamin yani aşk hormonu vardır. Ancak zaman içinde bu hormonun seviyesi düşer, ilişkinin ileri aşamalarında aşk, kimyasal etkisini kaybeder ve midede uçuşan kelebekler bir sonraki aşka kadar tarihe karışır. Ancak eğer bu ilk heyecanın yerine karşılıklı güven, şefkat, anlayış, saygı ve dostluktan oluşan bir karışım koyabilmişsek, aşk sevgiye dönüşür ve bu sevgi bir ömür boyu bile sürebilir.
Yanlış insanlara aşık oluyoruz çünkü kafamızın içinde “doğru insan” diye bir kavram var. Zihnimizde belli ölçülerden, daha doğrusu kalıplardan meydana gelen bir şema oluşturuyoruz. Durmadan hayatımızın erkeğini/kadınını arıyoruz ve onu bulma konusunda oldukça sabırsız davranıyoruz. Ayrıca kabul edin ki, aşk söz konusu olduğunda yasakların ve engellerin ayrı bir çekiciliği oluyor. İmkansızlık aşka bambaşka bir lezzet katıyor. Biz de aslında içten içe bu imkansızlığı yaşamaktan hoşlanıyor, bunun içimizdeki tutkuyu arttırmasına göz yumuyor, bir yandan da bir türlü düzenli ve uzun bir ilişki kuramamanın acısını çekiyoruz.
Çoğumuz onu avucumuzun içine alıp kontrol edebileceğimizi, isteklerimiz doğrultusunda yönlendirebileceğimizi ve istediğimiz zaman atabileceğimizi sanırız. Çok beğenme, hoşlanma ve etkilenme gibi duygularımızı hemen aşkla karıştırırız. En büyük yanılgılarımızdan biri ise şudur: Hayatımızın bazı dönemlerinde şefkate, ilgiye, sıcak bir dokunuşa o kadar büyük bir özlem duyarız ki, karşımıza çıkan ilk erkeğe aşık olduğumuzu sanırız. Aslında içimizdeki his sevmekten çok, sevmeyi sevmektir